Pages

Subscribe:

Anket

10 Nisan 2017 Pazartesi

YABAN ÇİLEKLERİ


                                                 YABAN ÇİLEKLERİ FİLM ANALİZİ




Ingmar Bergman için İskandinav sinemasının babası unvanını kullanmak pek de yanlış olmaz. Tiyatro kökenli olan ve bu sebeple filmlerinde jest ve mimiklerin kullanımına oldukça önem veren yönetmen genellikle kişilik bölünmesi ve insanın iç dünyasına yolculuk, aşk, ayrılık, özlem gibi konuları işler. Onun filmleri bünyesinde barındırdığı psikolojik bunalımlar ve kişilik analizleri açısından oldukça önemlidir.

Her biri saygıyı hak eden birçok filmi bulunan yönetmenin en başarılı filmlerinden biri de Yaban Çilekleridir. Bergman'ın belki de en kişisel filmi olduğu için bu filmi dönem şartlarıyla, ekonomik düzenle bağdaştırmak pek de mümkün değildir.

Filmde 1957 yapımı fahri doktora almak için yola çıkan bir profesörün yolculuk sırasında başına gelenler anlatılmaktadır. Film Profesör Doktor İsac Borg’un bir günü üzerinden; hayatına, af ve yalnızlık konularına büyülü sahnelerle derinlemesine girmektedir.

İnsanın, uğradığı hayal kırıklıkları, ihanetler ve maruz kaldığı yargılamalara karşı takındığı tavır, bugün bahsettiğimiz modern insan sorunsalını ortaya çıkarmış olabilir mi? Yaşadığımız yalnızlık tercih ettiğimiz mi yoksa maruz bırakıldığımız mıdır? Affetmek ve af dilemek huzura kavuşmanın bir yolu mudur? Yaban Çilekleri İşte bu ve bu gibi soruların kafamıza hücum etmesine sebep olacak bir film niteliği taşımaktadır.





Yaban Çilekler Bergman'ın hayatına dair önemli unsurlar barındırmaktadır. Annesini oldukça seven fakat hiçbir zaman annesinden tam manasıyla sevgi göremeyen Bergman bu durumu Profesör Borg üzerinden bize gösterir. Ayrıca peder olan babasının etkisiyle dindar bir aileden gelmiş ve her an izlenircesine bir disiplinle büyütülmüştür. Bu durum da filmde açıkça ifade edilmiştir. Borg, sevgisiz bir anne tarafından kalabalık bir evde disiplin ile büyütülmüştür. Baba figürü, silik bir hayaldir sadece. Ancak onun kırılma noktası, aşık olup nişanlandığı kuzeni Sara’nın, abisi ile evlenmesidir. Bu olaydan sonra hayatına devam eden Borg, evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuş ancak hayatını kendi seçtiği bir yalnızlık içinde sürdürmüştür. İnsanlara kibar davranmış, fakat kimseye sevgi ya da merhamet göstermemiş, soğuk tavırlarıyla yakınındaki insanları çaresiz bırakmıştır. Karısının onu aldatması sonrasında, merhametsizliği bir kat daha artmış ve insana olan inancını tümden yitirmiştir. Oğluyla aralarında aşılamaz gibi görünen mesafeler vardır. Sevgisizlik, soğukluk, ölüm sertliği, annesinden Borg’a, Borg’dan oğluna, adeta nesilden nesile aktarılan bir hastalıktır. Burada hayatı, umudu, sevgiyi, gelini Marianne temsil eder. Marianne Karnında bir bebek yani umut, hayat taşımaktadır.

Her ne kadar film bir gün içerisinde geçse de, şimdiye kadar çekilmiş en iyi rüya sahnelerinden bazılarıyla Profesör Borg’un geçmişine tanıklık ederiz . Bu rüya sahneleriyle film, bizi zaman açısından tek boyutluluktan sıyırıp an’a geçmişe ve gerçek-üstü boyuta taşır

Profesör, Lund Üniversitesinden kendisine fahri doktora ünvanı verilmek üzere bir davet almıştır. Yola çıkmadan önce ölüm olarak adlandırabileceğimiz bir rüya görür. Bu onu, geçmişe ve hayatını sorgulamaya yönlendirir. Marianne ile birlikte Lund’a doğru yola çıkar. Aralarında bir diyalog geçer. Marianne ona nasıl biri olduğunu anlatır. Profesör Borg acı da olsa bunu kabul eder ve geçmişe yolculuğu başlar. Yolculuk esnasında çocukluğunun geçtiği eve uğrayıp burada bir mola verirler. Borg bahçeye girer ve yaban çileklerini görür. Yaban çilekleri, Bergman’ın çok sık kullandığı bir metafordur. Yaban çilekleri, onun hayatındaki en mutlu anılarını, çocukluğunu temsil eder: her türlü keder, sıkıntı ve ikilemden arınmış, saf mutluluğu yaşadığı anlar. Rüya sahneleriyle Profesör’ ün geçmişindeki kilit noktalarına tanıklık ederiz. Filmdeki en önemli sekanslardan biri Profesör Borg’un rüyasında akrep ve yelkovansız saatin gösterildiği sekanstır. Akrep ve yelkovansız saat zamansızlığın yani ölümün metaforik göstergesidir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Profesör Borg bu saati annesinin evinde görür ve filmdeki rüya gerçeğe döner.

İsac Borg’un, evinin bahçesinde gördüğü düşle, yaşadığı ilk hayal kırıklığına tanık oluruz. Arabaya aldığı otostopçu gençler ve bir kaza eseri onlara katılan uyumsuz çift, Borg’u geçmişe sürükler çünkü Borg onlarda, kendi gençliğinden ve evlilik hayatından izlere rastlar.


Bergman hayatı boyunca Tanrı’yı ve inanç kavramını sorgulamış ve şüpheleri kafasında her zaman varolmuştur. Bu kararsızlığını genç otostopçular üzerinden işlemiştir. Sara ileride peder olacak, ona şiirler okuyan romantik Anders ile sevgilidir. Yanlarındaki arkadaşları Victor doktor olacaktır. Dünyaya materyalist bir çerçeveden bakan, romantizm yerine bilimin ve aklın doğruluğunu savunan bir gençtir. Sara bu iki genç arasında gidip gelmektedir. Bergman bu iki gencin tartıştıkları sırada Sara’ya ‘en son hangisiyle konuşursam ona hak veriyorum’ sözlerini söyleterek içinde olduğu çelişkiyi dışavurmuştur. Dolayısıyla Anders ve Victor Profesör Borg’un içinde bulunduğu çelişkinin sembolik ifadesidir.

Bir sonraki rüyasında ilk aşkı Sara ona bir ayna tutar, bakmasını ister ve onu gerçeklerle yüzleştirir. Borg, geçmişe gömdüğü yarasını rüyalar yardımıyla önce gün yüzüne çıkarır sonra da bunlarla yüzleşir. Son adım, en çarpıcı, en can alıcı noktaya varmaktır, tek çıkış yoluna: Af... Filmin en sarsıcı sekanslarından bir diğeri vardır sırada. Borg rüyadadır. Bir kapıyı çalar, bu sırada elini bir çivi ile yaralar. Burada İsa’ya atıfta bulunur Bergman. Bir yargılama ve ceza sürecinin sırada beklediğini kulağımıza fısıldar. Borg mahkemede yargılanır, duygusuzluk, bencillik ve acımasızlıkla suçlanır. Cezası yalnızlıktır. Tek çıkış yolu ise aftır. Af dilemek ve affetmek. Yaşanan kalp kırıklığı, ardından mesleki başarılarla dolu fakat yalnızlığa gönüllü mahkum edilmiş bir yaşam , o yaşamın son demlerinde gerçekleşen yüzleşme ve yakalanan umut; af.

İsac Borg yönetmenin diğer filmlerinde de gördüğümüz bir karakterdir. Bir açıdan da Bergman’ın kendisidir. Yaban Çilekleri, Bergman’ın çağdaşları tarafından ‘dikey’ olarak adlandırılan 3. dönem sinemasına ait bir filmdir. Ayrıca bu film yalnızlık ve af üzerine yapılmış bir başyapıttır.


3 Nisan 2017 Pazartesi

KAMERALI ADAM


                                                    KAMERALI ADAM FİLM ANALİZİ



         Kameralı Adam Sovyet yönetmen Dziga Vertov'un yazıp yönettiği, emekleme sürecindeki sosyalist bir ülkenin ve orada yaşayan insanların anlatıldığı 1929 yapımı sessiz çekilmiş bir belgesel filmdir. Vertov kendisi ve mensubu olduğu siyasi zihniyetin tutkularına dayanan heyecan verici ve üretken bir gelecek konusunda izleyiciyi harekete geçirmeye çalışır. Fakat Kameralı Adam apaçık bir siyasi argümana sahip olmadığı için tam anlamıyla siyasi bir film sayılmaz. Bununla birlikte film üretildiği dönemden ve yaratıcısının kültürel mirasından gelen fikirlerle doludur. 

     Kameralı Adam, birbirini takip eden şok edici, büyüleyici görsel efektler ve ortaya koyduğu özeleştiri sayesinde Amerikan sinemasının Hollywood tarzı rüya fabrikası fikriyle rekabet etmek üzere yaratılmıştır. Gündelik yaşamı herhangi bir oyuncu, dekor,  ya da kurmaca olmadan kendi akışı içinde anlatmaya çalışan film şehirleşme, makineleşme, insan ve makinenin eşgüdümlü uyumu üzerine odaklanmıştır. Sinema'nın "gerçeğin düzenlenmiş hali" olması gerektiğini savunan Vertov filmlerdeki kurmacanın bir afyon olduğunu savunur. Vertova göre bu kurmacalar seyirciyi sarhoş eder, böylelikle bilinçsiz seyirciye çarpıtılmış gerçekleri kabul ettirmek kolaylaşır. Bu nedenden ötürü Kameralı Adam filmi, sinemada gerçeğin olduğu gibi çarpıtılmadan yansıtılması bakımından önemli bir yer tutar. Bu film rastgele bir insanın sırası geldikçe değil filmin başından sonuna kadar sahnede tutulduğu deneysel bir filmdir. Bu durumu Vertov Çektiğimiz ne Emil Jannings, ne Charlie Chaplin'di. Alıcı yönetmenimiz Mikail Kaufman'ı çekmiştik. Ona Jannings gibi ağlatmadığı ya da Chaplin gibi güldürmediği için hiç de serzenişte bulunmuyorum. ''Deney deneydir, yalnız bir cins çiçek yoktur. Çiçeğin türlüsü vardır. Her yeni yetiştirilen çiçek, ilk kez elde edilen her çiçek bir takım karmaşık deneylerin sonucudur.'' diyerek açıklar.


     Film; izleyiciye gün doğumundan gün batımına kadar geçen süreçte Sovyet kentlerinden birinden manzaralar sunar. Şafak henüz sökmemiştir, sokaklar bomboştur, banklarda uyuyan evsizler günün henüz başlamadığını ifade etmektedir. Hemen ardından insan kalabalıkları şehir meydanına doluşur otobüsler ve tramvaylar alabildiğine kalabalıktır.  Şehir uyanmıştır ve yeni bir iş günü daha başlamıştır. İş makineleri, fabrika ve madenlerde çalışan insanlar, dikiş diken kadınlar tek bir vücut olup yeni bir ülke yaratma çabası içinde görülmektedir. En dikkat çekici özellik ise teknolojik devrimin makine ve insanlar üzerindeki dramatik etkisidir. İnsan eliyle üretilen makineler yine aynı insanın elinde başka bir şey üretmek için kullanılır ve ortak bir paydada buluşur. İşçi sınıfının sosyal ve kültürel ihtiyaçlarına cevap verecek lokalleri, barları, halk plajlarını, sosyalizmin ruhunu güçlendiren kolektivist sporları (sırıkla atlama, gülle atma, atletizm) gösteren film sosyalist gerçekliğe dayanmaktadır. Filmin bir amacı da sinemanın olanaklarını halka tanıtmaya çalışmaktır



     Dziga Vertov'un dünyanın her yerinde gösterilen ve en çok ün yapan yapıtı Kameralı Adam Vertovun sinemaya kattığı Sine-Göz kuramı ile doğrudan bağlantılıdır. Vertova göre sinema bütün hikayelerden arındırılmalıdır ve sinemanın asıl işlevi hikaye anlatmak değil gerçekliği göstermektir. Bu filmde Vertov'un yapmak istediği sokakta yaşayan bir insan olarak görüntülediği kameralı adamın türlü durumlarda ne yaptığını anlatmak olmuştur. Sine-Göz her şeyi görüp, her şeye gücü yetebilen, gerçekliği şekillendirip onu kayda alan idealize edilmiş ve idol haline getirilmiş bir film kamerasıdır. Vertova göre kamera hata yapmaya müsait olan insan gözüne göre oldukça üstün bir araçtır bu sebeple Vertov gözün yerine kamera önerisini getirmiştir. Görüntü işlenmeden önce durağandır diye düşünür ve işlevi olmayan hiçbir nesnenin film içinde yeri olmadığını savunur.  Örneğin film içinde silah görülürse muhakkak patlar. Sine-Göz zamanı ve mekanı yakalayıp bozabilir ve hayatı haberi olmadan yakalayarak ona vurgu ve bağlam kazandırıp gözler önüne serebilir.


     Kısacası Kameralı Adam, olayların sinema yoluyla anlatılması konusunda gerçekleştirilmiş bir deneydir. Ne ara başlıklara ne de senaryo ya da oyunculuğa yer verilmiştir. Bu deneyimin amacı tam anlamıyla uluslar arası mutlak bir dil yaratmaktır.





Blogroll

Blogger news