Film birden çok konuda ele alınabilecek nitelik ve soyutluğa sahip, ancak ana hatlarına baktığımızda ortaya çıkan iki başlık Donnie Darko'nun duygusal fedakarlığı ve tarihi belgelerce tanınmış birçok kişinin aklını karıştıran "Zaman yolculuğu" ya da zaman kavramı üstünde gidip-gelmeler
Birinci başlığa değinebilmek için, ikinci başlık adına yüzeysel bilgilere sahip olmamızda fayda var.
Zaman yolculuğu ya da zaman içinde gidip gelmeler; Albert Einstein'swn tasavvufi inanca sahip çok farklı kitlelerden birçok kişinin aklını karıştırmıştır."Paralel evren" ya da "Tanjant evreni" olarak adlandırılan bu zaman kavramı iki farklı zaman kavramının ortak bit karakter üzerinde kesişmesiyle çözülmesi güç bir gizem oluşturuyor.Film bu gizem üzerine başlayıp bu gizem üzerinde sonlanıyor.Şimdi bu iki dağın arasındaki vadiye değinecek olursak;
Yarı insan yarı tavşan olan Frank kimdi? Onu kafasının içinde Donnie mi yaratmıştı? Ya da Donnie'nin dışındaki tinsel bir güç Onun hayatına müdahale edebilir mi? Tüm bu soruların birden fazla cevabı ve yanında getireceği birçok soru olacaktır.Frank olmasaydı Donnie o uçak motorunun altında can verecek ve Gretchen'i hiçbir zaman tanıyamayacaktı.Bu taraftan baktığımızda Frank olmasa hayatına anlam katacak insanı tanıyamamakla birlikte hayatının en onurlu davranışından habersiz feragat etmiş olacaktı.Frank, Donnie'nin hayatını güçleştiren bir karabasan mıydı? Yoksa Frank, bizim kötü olarak adlandırmak istediğimiz bir günah keçisi miydi?
Filmi nazarımızda güzelleştiren de buydu işte.Bakmak istediğimizde Frank'i bile kutsallaştırabilmemiz.
Bir diğer yandan filmin seksenli yılları anlatmasıyla beraber yönetmen ve senarist Richard Kelly'nin de 1975 doğumlu olması akıllara filmde yönetmenin hayatından kesitler sunulup sunulmadığı sorusunu getiriyor.Söz konusu dönem şartları ve insan ilişkilerinin filme gerçekçi derecede uyarlanabilmiş olması bu kanıyı güçlendirir nitelikte.
İkinci başlığa değinmemiz gerekirse;
Donnie Darko zihninin bir köşesinden fırlayan Frank ile o gece dışarı çıkıp hayatını kurtardığında 28 gün 6 saat 42 dakika ve 12 saniyenin dışında hayatının kimse tarafından bilinmeyen hanesine diğerleriyle yarıştırılamaz bir onur nakletmişti.Hayatına dahil olan Gretchen onun karakterinde ve yaşantısında pek değişiklik yapmasa da Donnie'nin ona karşı beslediği sıradan duygular eşine dünya üzerinde rastlayamadığımız ve belki de gerçekleşmesi mümkün bile olmayan bir fedakarlık olanağı sağladı.Zaman kavramının dahi üzerinde gerçekleşen bu duygusal çarpıntıdan Gretchen'in hiçbir zaman haberdar olamayacak olması filme duygusal bir burukluk ve her insanın başına gelebilecek sessiz çaresizlik hislerini uyandırıyor. Şüphesiz ki her izleyen Donnie'nin bu gizli fedakarlığına içinden bir "ah be" deyip ince ince sitem etmiştir.
Filmi insan duygularına indirgeyen biraz da bu değil midir? Bilimselliğin dışında kim bilir kaçımız böyle sessiz fedakarlık ve gidişlerin unutulan kahramanları olduk.
Yaşadığımız dünyayı bir düşünelim.Acılar, zalimlikler, zoraki seçimler, seçime el verişsiz kaderler.Bir de başka bir dünya hayal edelim.(Ivana Baquero)Ofelia’nın dünyasını.Bazı hayatlar süregelen olaylarla birlikte içinden çıkılması zor bir hal alır.Franco İspanya’sında dünyaya gelmiş Ofelia’nın hayatı da bu dayatma dönemi ve aile hayatının ağır bir revizyona uğramasıyla masalsı bir hayal dünyasına dönüşmüştür.Filmi izlediğimizde bu masalsı dünyanın iyi birer takipçisi görünümüne bürünürken, film sona erdiğinde anlatılanların gerçek-hayal ikilemine düşmekten alıkoyamıyoruz kendimizi.
Birçoğumuzun fikir birliğine ulaşacağı konulardan biridir kötü karakterlerin filmler üzerindeki etkinlik üstünlüğü.Sergi Lopez bu filmde çarpıcı bir şekilde gözler önüne sürüyor söz konusu kanıyı.Franco dönemi İspanyolların yakın tarihte yaşadıkları en ağır dönemdir demek yanlış olmaz sanırım. Sergi Lopez(Yüzbaşı Vidal) ise bu dönemin sembol rütbelilerinden biri olma görevini tüm becerisiyle gözler önüne seriyor.Diğer yanda eşini savaşta kaybetmesiyle hayat endişesine düşen Ofelia’nın annesi Ariadna Gil(Carmen).Yaşadığı ıssızlıkta Ofelia’nın kahramanı haline gelen Maribel Verdu(Mercedes).Ve tabiî ki filmin konusunu oluşturan hayali yaratık Pan.İspanya kültüründe yer alan uzun soluklu bir efsane.Ondan uzak durulması öğütlenen bir yaratık kavramı.Bu filmde ise Ofelia’nın dünyasında farklı bir şekle bürünüyor bu yaratık.Yaşanan kötü olaylardan sığınmak için peri kitaplarına sığınmayı seçen Ofelia onu daha pozitif bir kahraman olarak tasvir ediyor hayal dünyasında.Filmi çok üst bir seviyeye taşıyan muhteşem makyaj ve fantastik figürlerle bir araya gelen siyasi dayatmalar gayet başarılı bir şekilde lanse ediliyor seyirciye.Film bittikten sonra yaşanan siyasi ve toplumsal olayların insan psikolojisine ne denli tahribatlar yaratabileceğini daha net bir şekilde görebiliyoruz.Ayrıca Ofelia yaşındaki bir çocuğun film sonundaki fedakarlık davranışı zaten Fantastik-Savaş sıfatarını taşıyan filme bir de Dram ibaresini damgalıyor.Bu üç ayrı konunun bir arada başarılı bir şekilde yansıtılmış olması da su götürmez bir gerçek ki yönetmen Guillermo del Toro’nun becerisinin saf bir örneğidir.
Filmden çıkarılabilecek birçok mesaj olduğunu söylemek yanlış olmaz.Siyasi olayların psikoloji üstündeki etkisi, masal dünyalarının çocuklar üzerindeki tahmin edilemez mutlakiyeti ve her zaman hatırlamanın gerekli olduğu insan olmanın ulaşılamaz içtenliği ve güzelliği.Sevginin tüm güzel duyguların tohumu olduğu bir kez daha yüzümüze serin bir rüzgar gibi çarpıyor bu filmde.Fedakarlığın tecrübe, yaşayış gibi olaylardan çok çok uzak olduğu, tamamen ruh dediğimiz mistik yapıda kodlanarak dışa vurduğunu açıklıyor bir kez daha Pan’in Labirenti.Eleştirilebilecek yanları olmasına rağmen duygusal son herkesi tatmin edebilecek sıcaklıkta.Dünyamızdaki kan, kin, nefret arttıkça değerini arttıracak bir film Pan’in labirenti.
’’Küçük bir çocuğun hayal gücünden taşan gerçeklik dünyası’’
2000 yılında Chris Hanley ve Christian Halsey Solomon tarafından kaleme alınmış Mary Harron tarafından yönetilmiş bir suç-korku-gerilim filmidir. Baş rolde Christian Bale, yan rollerde Willem Dafoe, Jared Leto ve Samantha Mathis oynamaktadır.
American Psyhco Wall Streett’de çalışan Bateman adlı bir katilin işlediği cinayetleri anlatır. Filmde dekorlar ve kıyafetler oldukça başarılı ve etkin bir şekilde kullanılmıştır. Filmde anlatılan hikaye 1990’lar sonu ve 2000’lerin başında gerçekleşmiştir ve bu dönem kullanılan kıyafetlerle oldukça başarılı bir şekilde işlenmiştir. Karakterlerin kullandığı geniş kıravatlar, günümüze göre daha bol ve geniş omuzlu ceketler, elbiseler, kullanılan takılar o dönemin önemli görsel unsurlarıdır.
Filmin ana karakteri Bateman babadan zengin, maddi kaygısı olmayan, kişisel bakımına oldukça önem gösteren ve marka takıntısı olan bir kişidir. Onun giydiği takım elbiselerin markası Valentino, saatininki ise Rolex’tir. Bırakın saatine dokunmayı bileğine bile dokunmasına tahammül edemez. Kartvizitine her şeyden çok önem verir. Kartvizitlerin rengi veya kartvizitlerde kullanılan yazı fontu onun o kartvizit sahibinden nefret etmesi için yeterlidir. Herkesin gittiği yerlere gitmez, kim ki Dorsia’da rezervasyon yaptırıp yer ayırtsa Bateman hemen ondan kurtulmayı düşünür. Paul Allen cinayeti ve sekreterine cinayete teşebbüs etmesi karakterlerin Dorsia’da yemek yedikleri ya da orda yemek istemelerini söyledikten sonra gerçekleşmiştir.
Filmde Bateman’ın gösterilen ilk cinayeti kuytu tenha bir sokakta kimsesiz bir adamı öldürdüğü sahnedir. Bu sahnede Bateman’ın üzerinde onu gizemli gösteren uzunca ve siyah bir palto, elinde ise içinde silah bulunan siyah bir el çantası vardır. Bateman önce adama yardım edeceğini söyler adam teşekkür eder ve sonrasında Bateman adamı öldürür. Bu sahnede kullanılan kıyafetler klasik Hollywood anlatısıyla çelişmeyen ve alışılagelmiş kıyafetlerdir.
Bateman için kıyafet o kadar önemli ki sekreterini ne tür giyinmesi gerektiği konusunda sürekli uyarır. Sekreter Jean, Bateman onu akşam yemeğine davet edene kadar iş ortamına uygun kıyafetler giyer. Ancak Bateman’ın onu akşam yemeğine davet etmesi ve Dorsia’ya gitmek için sözleşmeleri sonrasında, gitmeden önce Bateman’ın evine geldiğinde üzerinde akşam yemeği için daha uygun kıyafet vardır. Dolayısıyla filmde kıyafetler çalışma hayatı ile serbest hayatın birbirinden ayrılması amacıyla da kullanılmıştır.
Bateman limuziniyle evine giderken yol kenarında gördüğü hayat kadınlarını arabasına alıp evine götürür ve seviştikten sonra onlara işkence eder veya onları öldürür. İşkenceye uğrayan kadın bir daha onun evine gelmek istemez fakat babadan zengin olan Bateman kadınları daha fazla para vererek kandırır. Filmde kadın bedeni paraya endeksli bir araç olarak kullanıldığı için bu açıdan kusurludur. Bu sahnelerde kıyafetlere bakacak olursak Bateman’ın yol kenarında aldığı hayat kadını ile telefonla “sipariş ettiği” kadının kıyafetleri arasında bariz bir kalite farkı vardır. Ajanstan gelen kadının kıyafetleri Bateman’ın yoldan aldığı kadının kıyafetlerine göre oldukça gösterişlidir. Statü farkı bu sahnelerde kıyafetler ve aksesuarlar üzerinden izleyiciye aktarılmıştır. Çokça parası olduğu için Bateman kadınların bedeni üzerinde her türlü hakimiyeti kurma hakkını kendinde görür. Hatta onlara kendi istediği daha soylu isimlerle seslenir. Gece sonunda kadınlara bu işkenceler karşısında eğer öldürmüyorsa “hak ettikleri” paraları verir ve onları gönderir.
Filmin en önemli olayı Paul Allen cinayetidir. Paul Allen, Bateman’ı bir başkasıyla karıştırır ve Bateman’a Marcus ismi ile seslenir.
İlk başlarda bu durumu çok da umursamıyormuş gibi görünen Bateman, Paul Dorsia’da yemeğe çıktığını söyledikten sonra onu öldürmeye karar verir ve birlikte çıktıkları bir akşam yemeğinden sonra onu evine davet eder. Paul müzik dinlerken de onu baltayla öldürür. Paul’u öldürmeden önce Valentino marka takımının üzerine beyaz bir yağmurluk giyer. Yağmurluk o kadar temiz ve düzdür ki her sabah spor ya da yaşlanma karşıtı maske yapmadan çıkmayan ana karakterimiz ile örtüşmektedir,
Bateman’ın Paul Allen cinayeti sonrasında Paul’un ailesi onun bir anda ortadan kaybolması üzerine bir dedektif tutar ve bu dedektif birkaç kez Bateman ile konuşurken görülür. Dedektif gerek kahverengi gerekse elinde tuttuğu çanta ile bizlere öğretilmiş dedektif kavramına ve tanımına uymaktadır.
Filmde Bateman’ın neredeyse bütün arkadaşları koyu renkli takım elbiseler giyer. Renkli ceketler giyen tek karakter Luis Carruthers‘dir. Filmin başından sonuna kadar Bateman ve arkadaşları bu karakterin ne kadar tuhaf olduğundan bahsederler. Filmin ilerleyen bölümlerinde Bateman o karakteri öldürmeye karar verir fakat gay olduğunu öğrendikten sonra onu bir rakip olarak görmediği için öldürmekten vazgeçer.
Film genel hatlarıyla kadın bedenini bir cinsel obje olarak gördüğü ve eşcinselleri ötekileştirdiği için kusurludur. Filmin başından sonuna kadar Bateman kıyafetine, saçına, görünüşüne çok önem verir. Avukatına yaptıklarını itiraf edene kadar kusursuz bir şekilde karşımıza çıkar fakat itiraf sahnesinde ilk defa Bateman’ın saçının ve kıyafetlerinin dağınık olduğu görülür. Bu sahnede kullanılan kıyafetler Bateman’ın kendi içerisinde yaşadığı kargaşaya ve kaos ortamını tanımlamak amacıyla tercih edilmiş ve güçlü bir anlatım doğmuştur.
Genel hatlarıyla filmde kıyafetler duyguyu, dönemi ve olayları anlatmak amacıyla başarılı bir şekilde işlenmiştir. Fakat film boyunca kadınlara karşı kullanılan ataerkil dil filmi anlatım olarak kusurlu kılmaktadır.
Filmde genel hatlarıyla tüm çekim ölçekleri kullanılmıştır. Baş çekim, omuz çekim, göğüs çekim, bel çekim, boy çekim, ayrıntı çekim, genel çekim, amors plan, yakın plan çekimleri bariz bir şekilde görülür.
Filmde alan derinliği ve kompozisyon iyi kullanılmıştır. Sahnelerde seyirciye verilmek istenen şey ağırlık noktasıdır. Dolayısıyla çekimlerde de kompoze sağlanmıştır.
Ingmar Bergman için İskandinav sinemasının babası unvanını kullanmak pek de yanlış olmaz. Tiyatro kökenli olan ve bu sebeple filmlerinde jest ve mimiklerin kullanımına oldukça önem veren yönetmen genellikle kişilik bölünmesi ve insanın iç dünyasına yolculuk, aşk, ayrılık, özlem gibi konuları işler. Onun filmleri bünyesinde barındırdığı psikolojik bunalımlar ve kişilik analizleri açısından oldukça önemlidir.
Her biri saygıyı hak eden birçok filmi bulunan yönetmenin en başarılı filmlerinden biri de Yaban Çilekleridir. Bergman'ın belki de en kişisel filmi olduğu için bu filmi dönem şartlarıyla, ekonomik düzenle bağdaştırmak pek de mümkün değildir.
Filmde 1957 yapımı fahri doktora almak için yola çıkan bir profesörün yolculuk sırasında başına gelenler anlatılmaktadır. Film Profesör Doktor İsac Borg’un bir günü üzerinden; hayatına, af ve yalnızlık konularına büyülü sahnelerle derinlemesine girmektedir.
İnsanın, uğradığı hayal kırıklıkları, ihanetler ve maruz kaldığı yargılamalara karşı takındığı tavır, bugün bahsettiğimiz modern insan sorunsalını ortaya çıkarmış olabilir mi? Yaşadığımız yalnızlık tercih ettiğimiz mi yoksa maruz bırakıldığımız mıdır? Affetmek ve af dilemek huzura kavuşmanın bir yolu mudur? Yaban Çilekleri İşte bu ve bu gibi soruların kafamıza hücum etmesine sebep olacak bir film niteliği taşımaktadır.
Yaban Çilekler Bergman'ın hayatına dair önemli unsurlar barındırmaktadır. Annesini oldukça seven fakat hiçbir zaman annesinden tam manasıyla sevgi göremeyen Bergman bu durumu Profesör Borg üzerinden bize gösterir. Ayrıca peder olan babasının etkisiyle dindar bir aileden gelmiş ve her an izlenircesine bir disiplinle büyütülmüştür. Bu durum da filmde açıkça ifade edilmiştir. Borg, sevgisiz bir anne tarafından kalabalık bir evde disiplin ile büyütülmüştür. Baba figürü, silik bir hayaldir sadece. Ancak onun kırılma noktası, aşık olup nişanlandığı kuzeni Sara’nın, abisi ile evlenmesidir. Bu olaydan sonra hayatına devam eden Borg, evlenmiş ve bir çocuk sahibi olmuş ancak hayatını kendi seçtiği bir yalnızlık içinde sürdürmüştür. İnsanlara kibar davranmış, fakat kimseye sevgi ya da merhamet göstermemiş, soğuk tavırlarıyla yakınındaki insanları çaresiz bırakmıştır. Karısının onu aldatması sonrasında, merhametsizliği bir kat daha artmış ve insana olan inancını tümden yitirmiştir. Oğluyla aralarında aşılamaz gibi görünen mesafeler vardır. Sevgisizlik, soğukluk, ölüm sertliği, annesinden Borg’a, Borg’dan oğluna, adeta nesilden nesile aktarılan bir hastalıktır. Burada hayatı, umudu, sevgiyi, gelini Marianne temsil eder. Marianne Karnında bir bebek yani umut, hayat taşımaktadır.
Her ne kadar film bir gün içerisinde geçse de, şimdiye kadar çekilmiş en iyi rüya sahnelerinden bazılarıyla Profesör Borg’un geçmişine tanıklık ederiz . Bu rüya sahneleriyle film, bizi zaman açısından tek boyutluluktan sıyırıp an’a geçmişe ve gerçek-üstü boyuta taşır
Profesör, Lund Üniversitesinden kendisine fahri doktora ünvanı verilmek üzere bir davet almıştır. Yola çıkmadan önce ölüm olarak adlandırabileceğimiz bir rüya görür. Bu onu, geçmişe ve hayatını sorgulamaya yönlendirir. Marianne ile birlikte Lund’a doğru yola çıkar. Aralarında bir diyalog geçer. Marianne ona nasıl biri olduğunu anlatır. Profesör Borg acı da olsa bunu kabul eder ve geçmişe yolculuğu başlar. Yolculuk esnasında çocukluğunun geçtiği eve uğrayıp burada bir mola verirler. Borg bahçeye girer ve yaban çileklerini görür. Yaban çilekleri, Bergman’ın çok sık kullandığı bir metafordur. Yaban çilekleri, onun hayatındaki en mutlu anılarını, çocukluğunu temsil eder: her türlü keder, sıkıntı ve ikilemden arınmış, saf mutluluğu yaşadığı anlar. Rüya sahneleriyle Profesör’ ün geçmişindeki kilit noktalarına tanıklık ederiz. Filmdeki en önemli sekanslardan biri Profesör Borg’un rüyasında akrep ve yelkovansız saatin gösterildiği sekanstır. Akrep ve yelkovansız saat zamansızlığın yani ölümün metaforik göstergesidir. Filmin ilerleyen sahnelerinde Profesör Borg bu saati annesinin evinde görür ve filmdeki rüya gerçeğe döner.
İsac Borg’un, evinin bahçesinde gördüğü düşle, yaşadığı ilk hayal kırıklığına tanık oluruz. Arabaya aldığı otostopçu gençler ve bir kaza eseri onlara katılan uyumsuz çift, Borg’u geçmişe sürükler çünkü Borg onlarda, kendi gençliğinden ve evlilik hayatından izlere rastlar.
Bergman hayatı boyunca Tanrı’yı ve inanç kavramını sorgulamış ve şüpheleri kafasında her zaman varolmuştur. Bu kararsızlığını genç otostopçular üzerinden işlemiştir. Sara ileride peder olacak, ona şiirler okuyan romantik Anders ile sevgilidir. Yanlarındaki arkadaşları Victor doktor olacaktır. Dünyaya materyalist bir çerçeveden bakan, romantizm yerine bilimin ve aklın doğruluğunu savunan bir gençtir. Sara bu iki genç arasında gidip gelmektedir. Bergman bu iki gencin tartıştıkları sırada Sara’ya ‘en son hangisiyle konuşursam ona hak veriyorum’ sözlerini söyleterek içinde olduğu çelişkiyi dışavurmuştur. Dolayısıyla Anders ve Victor Profesör Borg’un içinde bulunduğu çelişkinin sembolik ifadesidir.
Bir sonraki rüyasında ilk aşkı Sara ona bir ayna tutar, bakmasını ister ve onu gerçeklerle yüzleştirir. Borg, geçmişe gömdüğü yarasını rüyalar yardımıyla önce gün yüzüne çıkarır sonra da bunlarla yüzleşir. Son adım, en çarpıcı, en can alıcı noktaya varmaktır, tek çıkış yoluna: Af... Filmin en sarsıcı sekanslarından bir diğeri vardır sırada. Borg rüyadadır. Bir kapıyı çalar, bu sırada elini bir çivi ile yaralar. Burada İsa’ya atıfta bulunur Bergman. Bir yargılama ve ceza sürecinin sırada beklediğini kulağımıza fısıldar. Borg mahkemede yargılanır, duygusuzluk, bencillik ve acımasızlıkla suçlanır. Cezası yalnızlıktır. Tek çıkış yolu ise aftır. Af dilemek ve affetmek. Yaşanan kalp kırıklığı, ardından mesleki başarılarla dolu fakat yalnızlığa gönüllü mahkum edilmiş bir yaşam , o yaşamın son demlerinde gerçekleşen yüzleşme ve yakalanan umut; af.
İsac Borg yönetmenin diğer filmlerinde de gördüğümüz bir karakterdir. Bir açıdan da Bergman’ın kendisidir. Yaban Çilekleri, Bergman’ın çağdaşları tarafından ‘dikey’ olarak adlandırılan 3. dönem sinemasına ait bir filmdir. Ayrıca bu film yalnızlık ve af üzerine yapılmış bir başyapıttır.
Kameralı Adam Sovyet yönetmen Dziga Vertov'un yazıp yönettiği, emekleme sürecindeki sosyalist bir ülkenin ve orada yaşayan insanların anlatıldığı 1929 yapımı sessiz çekilmiş bir belgesel filmdir. Vertov kendisi ve mensubu olduğu siyasi zihniyetin tutkularına dayanan heyecan verici ve üretken bir gelecek konusunda izleyiciyi harekete geçirmeye çalışır. Fakat Kameralı Adam apaçık bir siyasi argümana sahip olmadığı için tam anlamıyla siyasi bir film sayılmaz. Bununla birlikte film üretildiği dönemden ve yaratıcısının kültürel mirasından gelen fikirlerle doludur.
Kameralı Adam, birbirini takip eden şok edici, büyüleyici görsel efektler ve ortaya koyduğu özeleştiri sayesinde Amerikan sinemasının Hollywood tarzı rüya fabrikası fikriyle rekabet etmek üzere yaratılmıştır. Gündelik yaşamı herhangi bir oyuncu, dekor, ya da kurmaca olmadan kendi akışı içinde anlatmaya çalışan film şehirleşme, makineleşme, insan ve makinenin eşgüdümlü uyumu üzerine odaklanmıştır. Sinema'nın "gerçeğin düzenlenmiş hali" olması gerektiğini savunan Vertov filmlerdeki kurmacanın bir afyon olduğunu savunur. Vertova göre bu kurmacalar seyirciyi sarhoş eder, böylelikle bilinçsiz seyirciye çarpıtılmış gerçekleri kabul ettirmek kolaylaşır. Bu nedenden ötürü Kameralı Adam filmi, sinemada gerçeğin olduğu gibi çarpıtılmadan yansıtılması bakımından önemli bir yer tutar. Bu film rastgele bir insanın sırası geldikçe değil filmin başından sonuna kadar sahnede tutulduğu deneysel bir filmdir. Bu durumu Vertov Çektiğimiz ne Emil Jannings, ne Charlie Chaplin'di. Alıcı yönetmenimiz Mikail Kaufman'ı çekmiştik. Ona Jannings gibi ağlatmadığı ya da Chaplin gibi güldürmediği için hiç de serzenişte bulunmuyorum. ''Deney deneydir, yalnız bir cins çiçek yoktur. Çiçeğin türlüsü vardır. Her yeni yetiştirilen çiçek, ilk kez elde edilen her çiçek bir takım karmaşık deneylerin sonucudur.'' diyerek açıklar.
Film; izleyiciye gün doğumundan gün batımına kadar geçen süreçte Sovyet kentlerinden birinden manzaralar sunar. Şafak henüz sökmemiştir, sokaklar bomboştur, banklarda uyuyan evsizler günün henüz başlamadığını ifade etmektedir. Hemen ardından insan kalabalıkları şehir meydanına doluşur otobüsler ve tramvaylar alabildiğine kalabalıktır. Şehir uyanmıştır ve yeni bir iş günü daha başlamıştır. İş makineleri, fabrika ve madenlerde çalışan insanlar, dikiş diken kadınlar tek bir vücut olup yeni bir ülke yaratma çabası içinde görülmektedir. En dikkat çekici özellik ise teknolojik devrimin makine ve insanlar üzerindeki dramatik etkisidir. İnsan eliyle üretilen makineler yine aynı insanın elinde başka bir şey üretmek için kullanılır ve ortak bir paydada buluşur. İşçi sınıfının sosyal ve kültürel ihtiyaçlarına cevap verecek lokalleri, barları, halk plajlarını, sosyalizmin ruhunu güçlendiren kolektivist sporları (sırıkla atlama, gülle atma, atletizm) gösteren film sosyalist gerçekliğe dayanmaktadır. Filmin bir amacı da sinemanın olanaklarını halka tanıtmaya çalışmaktır
Dziga Vertov'un dünyanın her yerinde gösterilen ve en çok ün yapan yapıtı Kameralı Adam Vertovun sinemaya kattığı Sine-Göz kuramı ile doğrudan bağlantılıdır. Vertova göre sinema bütün hikayelerden arındırılmalıdır ve sinemanın asıl işlevi hikaye anlatmak değil gerçekliği göstermektir. Bu filmde Vertov'un yapmak istediği sokakta yaşayan bir insan olarak görüntülediği kameralı adamın türlü durumlarda ne yaptığını anlatmak olmuştur. Sine-Göz her şeyi görüp, her şeye gücü yetebilen, gerçekliği şekillendirip onu kayda alan idealize edilmiş ve idol haline getirilmiş bir film kamerasıdır. Vertova göre kamera hata yapmaya müsait olan insan gözüne göre oldukça üstün bir araçtır bu sebeple Vertov gözün yerine kamera önerisini getirmiştir. Görüntü işlenmeden önce durağandır diye düşünür ve işlevi olmayan hiçbir nesnenin film içinde yeri olmadığını savunur. Örneğin film içinde silah görülürse muhakkak patlar. Sine-Göz zamanı ve mekanı yakalayıp bozabilir ve hayatı haberi olmadan yakalayarak ona vurgu ve bağlam kazandırıp gözler önüne serebilir.
Kısacası Kameralı Adam, olayların sinema yoluyla anlatılması konusunda gerçekleştirilmiş bir deneydir. Ne ara başlıklara ne de senaryo ya da oyunculuğa yer verilmiştir. Bu deneyimin amacı tam anlamıyla uluslar arası mutlak bir dil yaratmaktır.
Merhaba, ben Anıl Diktaş.
7 Mayıs 1994 İstanbul doğumluyum. Marmara Üniveristesi İletişim Fakültesi radyo-tv ve sinema bölümünde öğrenim görmekteyim.Sinema filmlerini kendi ölçülerime göre analiz edeceğim kişisel elektronik günlüğümde keyifli vakit geçirmenizi dilerim...